Ekofeminizm bağlamında antroposen: Bu ‘büyük antropos’ kimdir?
Nurcan Etik*
Başlığı görünce dikkatli ve meraklı gözlerle yaklaşanların yanı sıra “feministler de işin içinde mi?”, “ekofeminizmle de karşılaştık mı?” gibi sorularla yaklaşanlar olacağına hiç şüphem yok. ” Feminist deneyimlerimiz bu tür soruları mümkün kılmayacak kadar çoktur. O yüzden en baştan cevaplayalım: Evet, biz bulaştık, ne demek bulaşmak! Aslında böyle bir krize ilk dikkat çekenlerden biri de biziz. Üstelik evet ekofeminizmle de karşılaştık çünkü o bize yaşadığımız kriz çağında tam olarak ihtiyacımız olanı sunuyor.
Ekofeminizm, kısaca söylemek gerekirse, kadının ve doğanın tek ve makul bir öznenin hiyerarşisine ve tahakkümüne tabi olduğunu ve bunlardan kurtulma çabasının ortaklaşa yürütülmesi gerektiğini ifade eden bir kavramdır. 1974 yılında Fransız yazar, personel hareketi aktivisti, feminist ve çevreci Françoise d’Eaubonne tarafından ortaya atılmıştır.
Ekofeminizm, feminist teori ve pratik içindeki hareketlerden biri olarak tanımlanabilir. Öte yandan “feministler henüz kendi aralarında anlaşamıyorlar” ifadesine açıklık getirmekte fayda var. Ekofeministler kendi aralarında farklı gruplara bölündüğü için sonradan ortaya çıkan “tek bir ekofeminizm yoktur, onlar da bölünmüştür” gibi asılsız eleştirileri ortadan kaldırabiliriz. Feminizm ve onun içindeki ekofeminizmin farklı çalışma alanları vardır. Bunun ilk nedeni aslında oldukça kolaydır. Bu alanlardaki çalışmanın konuları insanlardır ve her ne kadar insanlar tek bir tür (Homo sapiens) olsa da bireysel olarak insanlar aynı değildir. Bireysel olarak insanlar aynı olmadığı için bireysel olarak kadınlar, bireysel olarak LGBTIQ+ bireyler ve kendilerini feminist çalışmaya adayan bireyler de aynı değildir. Dolayısıyla insanlar ortak bir sorun etrafında birleşseler bile, kendi konum ve tecrübelerine dayanarak o sorunu yorumlamaya ve çözüm bulmaya çalışırlar. İkinci sebep ise daha çok sosyal tarihle alakalı ve dolayısıyla çok katmanlı bir sebep. İnsanoğlunun niyetlerinin tarihine baktığımızda, ‘aynı’ya birden fazla kez ulaşmaya çalıştığını, ona ulaştığını düşündüğünde ise onu her şeye karşı ve ne pahasına olursa olsun savunmaya yemin etmiş gibi göründüğünü görürüz. “Aynı”ya olan düşkünlük kısmen filozofların hakikat sevgisinden kaynaklanmaktadır. Oralarda bir yerlerde var olan, keşfedilmeyi bekleyen o sarsılmaz, tek ve en gerçek bilgi: Gerçek! Böyle bir hakikat, tek olduğu için, daha baştan çokluğu dışlar. Gerçeği bu niteliklerle tanımlayanlar da bu dışlanmanın peşindedirler. Çokluğu ve farklılığı kabul etmez, onları gerçek dışı ve aşağı görür. Bu anlayış ve yansımaları birçok alanda kabul görmüştür. Mesela siyasette her hükümet tek milleti, tek dili, tek milleti hedefler. Kendi sınırları içerisinde farklı bir şey istemiyor. Çünkü aynıyı yönetmek, ‘aynı’ ile uğraşmak ya da her defasında aynı cephede aynı cepheye karşı mücadele etmek daha işlevseldir. Bu nedenle öyle bir şeyi kutsallaştırır ki, yalnızca aynı şeyler gerçektir ve korunmaya, değer verilmeye değerdir, gerisi detaydır.
‘GERÇEĞİN PEŞİNDEKİ GERÇEK İNSANLAR: ÖZGÜR ADAMLAR!’
İnsan da bu anlayışın bir ürünüdür. Örneğin Antik Yunan’da insan/antropos kelimesinin taşıdığı veya taşıması gereken bazı nitelikler genel olarak insan olmayanlardan farklı ve “üstün” kabul edilse de çoğunlukla özgür insanlarda bulunur. Platon’un metinlerinde sıklıkla karşılaştığımız gibi hakikate ancak özgür insanlar ulaşabilir. Gerçeğin peşindeki gerçek insanlar/özgür adamlar! Her ne kadar Devlet’in V. Kitabı üzerinden Platon’u öncü bir feminist ya da eşitlikçi filozof yapma çabaları olsa da bunun “Platon’u feministlere vermeyeceğiz” çabasının ötesine nereye varacağını bilmiyorum. Timaious’ta Platon, “insan”ın yaratılışına kadar evrenin oluşumunu anlatırken ve “insan” dışındaki “diğer canlıların” nasıl oluştuğunu anlatırken, ilk yaşamlarında korkak veya kötü olan insanların doğduklarını açıkça belirtmektedir. ikinci hayatlarındaki kadınlar olarak. Bu bir cezadır. Yine Platon’a göre insanlar (yani erkekler) bilgili ya da cahil olmalarına, çalışkan ya da tembel olmalarına, ideolojiyle uğraşıp uğraşmamalarına göre sonraki yaşamlarında farklı hayvanlara dönüşürler. Diğer canlıların nasıl oluştuğunu anlatan bu pasajlarda bitkilerden hiç bahsedilmiyor. Bu anlayışa göre aslında tek tür insan ve hatta tek tip yaşam (bios) vardır: Özgür insan! Diğerleri ancak “sevildiği” zaman var olabilir. Alfred North Whitehead’in “Batı felsefesinin tüm tarihi Platon’a verilen dipnotlardan ibarettir” ifadesini düşünürsek, Platon’un tüm düşünceler tarihini ve bu düşüncelerin pratikteki yansımalarını ne kadar etkilediğini hayal edin! Antik Yunan’dan alınan bu anlayışın farklı bir versiyonu da elbette semavî dinlerde görülmektedir. Dünya evrenin merkezindedir, insan dünyanın merkezindedir, insan insanın merkezindedir. Başlangıçta Adem, sonra Havva, Adem için ve Adem’den yaratılmış, sonra da her ikisi için yaratılmış hayvanlar ve bitkiler vardır. Her şey bu merkez-çevre bağına göre konumlanıyor. Bu hiyerarşik ilişki neyin pahalı, neyin bedava olduğunu belirler. Garip olan ise, böylesine hegemonik bir merkez kuran, bunu “doğa kanunu”na göre yasallaştırmaya çalışan ve bu “yasa”ya itaat bekleyenin de insan olmasıdır. Bu anlayış her seferinde şekil değiştirerek tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Hümanizm, “karanlık çağ”dan çıkarken, kararını “Ötekilerin sahip olmadığı” akılcılığa dayandırarak, her alanda en büyük varlığın insan olduğunu bir kez daha ilan eder. Kim bu “büyük” insan? Binlerce, milyonlarca yıl süren jeolojik evreleri hızla değiştiren ve 50 yılda bir evreye adını veren bu “yüce” antropos kimdir?
İnsan sonrası teorisyen Rosi Braidotti, hümanizmin insanlık idealinin Leonardo da Vinci’nin Vitruvius Adamı olduğuna dikkat çekiyor. Vitruvius Adamı tam anlamıyla insan olmanın kriteridir. İnsanmerkezciliğin kalbindeki adam. O ideal erkekten uzaklaştıkça, penissiz olmak ya da kanatları, kuyrukları, yaprakları, gagaları vb. olmak gibi, o kadar farklılaşırsınız. merkez çevre. Merkezdeki insanların varlıklarını en yeterli, en sağlıklı, en varlıklı şekilde sürdürebilmeleri için her şey ve her yol mubahtır. Ortalıkta kalan ‘ötekiler’ ikiye ayrılıyor: Merkezin çıkarına olanlar ve olmayanlar. Uygun olanlar sanki merkeze asimile edilmiş gibi kabul ediliyor ama yine çevre ve ‘öteki’ oluyorlar. Uygun olmayanlar bilimle, teknolojiyle, hukukla, dinle, savaşla, ne varsa, onların çıkarlarına uygun ‘öteki’ye dönüştürülmeye çalışılıyor. Örneğin modern bilimin doğuş amacı Bacon’un dilinde bir slogana dönüşmüştür: “Bilgi güçtür.” Bacon’a göre doğaya hakim olmak bu güce sahip olmayı gerektirir. Ona göre doğayı tanımak için önce bir kadına yaklaşır gibi doğaya teslim olmak, sonra bu teslimiyetle elde edilen verileri kullanarak doğa üzerinde hakimiyet kurmak gerekir.
Aslında sonrasında yaşananları hepimiz biliyoruz. Bu bilim anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan sanayileşmenin, bugün yaşadığımız ekolojik krizde büyük payı vardır. Sanayileşme, plansız kentleşme, tarım arazilerinin yağmalanması ve “yaban hayatı”, geri dönüştürülemeyen insan yapımı eşyalar, sosyologları “tüketim toplumu” kavramının ortaya atılmasına sevk eden aşırı üretim ve tüketim, kalıntılardan elde edilen pestisitler Savaşların, “Yeşil Devrim” Binlerce yıldır yapılan tarımın gidişatındaki ani değişiklik, yerli ve sürdürülebilir tohumların patentlenmesi; Vandana Shiva’nın deyimiyle biyokorsanlık, biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi vb. Bu liste uzayıp gidiyor. Tamam da niye? Hepsi “büyük antropos”un “refahı” için. Sen olduğunu? Ben miyim? Mahallenizdeki komşunuz mu? Okulda öğrenci misiniz? Kimdir bu “büyük antropos”?
EKOFEMINİZM VE ‘YÜCE ANTROPUS’UN KÖKLERİ
Ekofeministler 1970’lerden bu yana devam eden çalışmalarıyla bize bu “yüce antropos”un statü ve güce sahip Batılı/Kuzeyli beyaz bir erkek olduğunu gösterdiler. Bu değerlidir çünkü kiminle ve neyle mücadele edileceğini bilmek aynı zamanda bu çabanın nasıl yürütüleceği konusunda da bilgi sağlar. Bu noktada ekofeministler “büyük antropos”un kim olduğunu tanımlamak, köklerinin nereye dayandığını ve ona karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini açıklamak noktasında farklı dallara ayrılırlar. Ekofeminizm genel olarak doğa ile kadını eşitlediği, dolayısıyla ekolojik krizde kadın olmayı yeterli veya bir şeyler yapmak için ön koşul olarak gördüğü için eleştiriliyor ama bu da yine o birebir yanılgıya düşmekten kaynaklanıyor. Kadını ve doğayı özdeş gören ve böylece aslında erkek/kadın, zihin/beden, kültür/doğa gibi hiyerarşik ikiliklerin eril niyetin tarihindeki varlığını sürdüren özcü yaklaşım, ekofeminizm’e değil, adı verilen bir ekofeminizm’e aittir. kültürel ekofeminizm.
Literalizmin bir diğer yanılgısı da ekofeministlerin mistik ve bilim dışı argümanlara sahip olduğu yönündeki eleştirilerdir. Yine, mistisizmi ön plana çıkaranların tamamı ekofeministler değil, bazı ekofeministlerdir. Avustralyalı ekofeminist filozof Val Plumwood, pek çok eserinde, “eleştirel ekofeminizm” olarak adlandırdığı bir bakış açısıyla, doğayı makineleştirmeyen bir bilime dayanan materyalist ekofeminizmin felsefi temellerini ortaya koyuyor. Bu eserlerinde ekofeminizmin her biçimini nasıl ve neden kabul edemeyeceğimizi açıkça anlatıyor. Dolayısıyla ekofeminizmin şemsiye kavram olarak ele alınması bizi birebir eşdeğerlik hatasına sürüklemekte ve ekofeminizmin karşıtlığını sabit bir konuma yerleştirmektedir. Literalizm yanılgısına düşmekten kendimizi koruyabilirsek, eleştirel bir tavırla kendi değişken konumlarımızı belirleyebiliriz. Neyse ki hakikat olarak kabul ettiğimiz tek bir ekofeminizm yok. Aksi takdirde sorunun köklerine inip birçok kökle yüzleşmeyi veya bu krizden çıkışta muhtemelen çok yararlı olabilecek farklı prosedürleri nasıl tartışabiliriz?
“Aynı”ya düşkünlüğümüz bizi hiçbir alanda krizi yönetememeye mahkum ediyor. Ekofeministlerin tanımladığı antropos, kendisi gibi olanların yanında kendisini bir tarafa, geri kalanını ise karşı tarafa koyar. Kadınlar, LGBTİQ+’lar, siyahi insanlar, emekçiler, hayvanlar, bitkiler, taşlar, toprak, denizler… Bütün bunlar ve sayamadığım diğerleri, Antropos’un önüne koyduğu, kendisine nesne ettiği, kendisine tabi kıldığı şeylerdir. Bütün bu farklılıklara rağmen Antropos, karşı tarafa koyduğu kişileri de aynı hale getirir. Bunlar rasyonellikten uzak olanlardır, doğaya yakın olanlardır, hayvani içgüdüleri daha ön planda olanlardır, pasif “ötekilerdir”. Anthropos ise en büyük akılcı, tam insandır, beden denilen et modülünden değil, o “büyük akıl”dan oluşur, aktiftir, faildir, merkezdir ve onun sayesindedir. tüm bu özellikler “mutlak” olanıdır. Dolayısıyla en büyük ve hatta tek hak sahibi odur. O özgürdür ve karşı taraftakiler yani “ötekiler” üzerinde kendi çıkarları için her şeyi yapma konusunda mutlak güce sahiptir. Tüm bunlardan aldığı güçle bilimi, teknolojiyi ve hukuku kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çekinmez. Üstelik yarattığı bilimi tek ve evrensel gerçek gibi bir anlayışla kabul ettiriyor. Böyle bir bilim anlayışının ürettiği teknolojiyle, ‘başkaları’ açısından sonuçları ne olursa olsun, gördüğü her şeyi başarmaya çalışır. Tabi tüm bunları yapabilmek için kendi kanununu kendine göre yapmış, kanunlar çoğunlukla bu ayrıcalıklı insana işliyor. Mesela üniversite çatısı altında aldığımız eğitim bu ayrıcalıklı şahsın çıkarlarına paralel bir eğitimdir. Üstelik üniversitelerin tarihi boyunca bu tür hiyerarşik ikilikler temelinde kendilerine tahakküm kuran ayrıcalıklı kişilerin hukuksallığını defalarca yeniden üreten yerler olmadığını iddia edebilir miyiz?
AĞDAKİ BAĞLAR…
Wuhan’da ortaya çıkan, çıplak gözle göremediğimiz bir virüs, tüm dünyayı karantinaya almaya zorladı ve tüm dünyada ölümlere neden oldu. Antarktika’da pestisit hiç kullanılmamış olmasına ve araştırmalar balıkların genetik yapılarında pestisit bulunmadığını göstermiş olmasına rağmen, bu yarımadadaki balıkların dokularında pestisit tespit edilmiştir. Holosen boyunca atmosferde sabit bir konsantrasyona sahip olan karbondioksit oranı, başta Sanayi Devrimi olmak üzere büyük değişimler yaratan insan hareketleri sonucunda hızla artmış; Kuraklık, sel, orman yangınları ve benzeri olaylar da arttı. Yazılmayacak kadar çok örnek var. Aslında bunu hepimiz biliyoruz…
Dolayısıyla her şeyin birbiriyle temas halinde olduğunu gördüğümüz bu çağda ekofeministlerin davetlerine kulak vermek ve çalışmalarına daha fazla önem vermek gerekiyor. Ekofeministler yeni bir bilimsel paradigmaya, yeni bir yasaya, yeni bir etik-siyasi tutuma, yeni bir üniversiteye ihtiyacımız olduğunu belirtmiş ve tüm bunlar üzerinde çok fazla çalışma yaptıklarını belirtmişlerdir. Tüm bunların gerçekleşebilmesi için yeni bir insan kavramına ihtiyacımız olduğunu da bize gösteriyorlar. Kendini doğadan başka bir şey olarak konumlandırmayan, farklılıklarını insan olmayanlara üstünlük olarak algılamayan, merkez duygusunu kaybetmeyen ama bunu aşabilen, diğer merkezlerle bağlantısını görebilen yeni bir insan. Ekofeminist filozoflar dünyadaki her varlığın birbiriyle iletişim halinde ve ilişki içinde olduğunu gösteren yeni bir ontoloji önermektedir. İnsanların, varlıklarının insan olmayan varlıkların varlığına bağlı olduğunu mümkün olan en kısa sürede anlamaları gerektiğinde ısrar ediyorlar. Çünkü bugün çok net bir şekilde biliyoruz ki, bu yıkıcı Antroposen’den acilen çıkmamız ve bu yıkıcı insanmerkezcilikten kurtulmamız gerekiyor. Belki diğer şekilde, belki Vandana Shiva’nın ifade ettiği gibi bir antroposen dönemine geçerek, belki de Rosi Braidotti’nin insan merkezcilik yerine önerdiği, kozmostaki yaşamı tanımlayan hayvan merkezciliğe geçerek. Ama kesinlikle…
Son olarak daha çok disiplinler arası çalışmalara ihtiyacımız olduğunu hatırlatmakta fayda var. Üniversitelerde, kurum ve kuruluşlarda hem yerel hem de ulusal projelerde ekolojik krizi analiz etmek için yalnızca bilim adamlarına ihtiyaç duyulduğu yönünde bir algı oluşmaya devam ediyor. Bu algıyı bir an önce kırmak ve bu krizden, hatta birçok krizden çıkmak için sosyal bilimcilere, bilim insanlarına, filozoflara, hukukçulara, bilimle uğraşmayanlara, kentte ve kırsalda yaşayanlara eşit derecede ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle yüzleşmek kendimizi sağlam ve ilerleyebilir bir yerde konumlandırmamıza yardımcı olacaktır. O olacak. Ekofeminizm bu çabanın yol gösterici rehberlerinden biri olabilir.
*Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İdeoloji Anabilim Dalı